“O azgın özgürlük
isteği, kölelik ülkesine götürmüştü Sade’ı” Albert Camus
“Bilgi bir düzen
kurdurur, ve yanıltır. Çünkü önerilen düzen her an yenidir ve her an yeni ve
sarsıcı bir değer biçilmesidir tüm yaşamımıza.” Eliot/
Dört Kuarted
Can Dündar’ın iki
binli yılların başlarında kaleme aldığı bir yazı vardı ütopyalara dair. Ne
yazdığını tam olarak anımsayamıyorum ama ilk tepkim ütopyaların bitmiş
olabileceği yönündeydi. Marksizmin öngördüğü sınıfsız toplumu ütopyanın bir
parçası olarak görmemem etkili olmuştu bu kanının bende oluşmasında. Sozyalizmi
canlı, yaşayan ve gerçekleşebilir olanın parçası olarak görmüş olmalıyım her
şeye rağmen. Artık bazı noktalar pürüzlü
de olsa, netleşen bir fikre sahibim.
Platon’un ideal
devleti bilinen ilk ütopyaya ya kaynaklık ediyor. Uzun süre ideal devlete
ulaşma özlemi ile şekillenmiş bu türden toplumsal tahayüller. Son okuduğum
Bacon’un Yeni Anlantis’i de böylesi bir arayışı ele alıyor. Bilginlerin ve
filozofların yönettiği, herşeyin kusursuz bir akıldan, eğer böyle birşey
mümkünse, çıkan yasalarca yürütüldüğü ideal bir mutluluk tarifi bu. Tabii bu
türden tarifler artık aşılmış durumda. Tarihsel süreçte insan düşüncesinin
gelişimi, bugünün evrensel ölçütlerini ortaya çıkarmış. Dikkatimi çeken en
önemli noktalardan biri ise, ilk ütopyalar dahil olmak üzere bu türden
kurgularda, ekonomik ilişkilerin merkezi bir yapı tarafından düzenleniyor
olması. Ta ki Marks’ın kendini sönümleyen sosyalizmine ve de anarşist ütopyaya
kadar. (Marksizm de ilk aşamada devleti sınıfsız topluma geçişte düzenleyici
bir ara dönem olarak görme eğilimindeydi. Sovyet deneyimiyle bu düşünce oldukca
aşındı. Günümüzde sol'un kendi varlığını ulus devlete dayandırmasıyla da trajik
bir hal aldı, özellikle de az gelişmiş ülkeler göz önüne alındığında. Bu
noktayı ileriki zamanlarda yeniden ele alacağım.)
Ütopyaya Karşı Kara
Ütopya
Zamyatin’in “Biz”i
ile birlikte karşı ütopya ya da kara ütopya diyebileceğimiz bir görme biçimi
edebi tür olarak, daha da önemlisi ütopyalara karşı ciddi bir eleştiri olarak
kendini ortaya koydu. Sonrasında Orwell’ın 1984’ü, kısmende (kısmen diyorum,
çünkü Sovyetik Devrimin yaptığı şeyi tersten yapmaya çalışarak, otoritesizliği
önererek, her türlü tarihselcilikten kendini arındırmayı öngörüyordu.) Le
Guin’in Mülksüzler’i merkezi otoriteye ve totaliter sitemlere sert eleştireler
yönelttiler. Kurmaca bir dünyanın baskıya ihtiyaç duyacağı temelinden hareket
ediyordu bu yapıtlar. Kurmaca olduğu için kontrol edilmesi gereken bir dünya
vardı ortada. İnsanları kendi başlarına bırakamazdınız, keza kurmaca yapınız
hemen çökebilirdi. Bu nedenlede merkezi yapının güçlendirilerek, toplumsal
hayatın her alanının kontrol edilmesi zorunluluk arz ediyordu. Pratikte
yaşananlar da bunların tezahürüydü. Ütopik pratikler, kendi öz devinimiyle
hareket eden ‘Orta Dünya’yı tehtid eden Orglara dönüşmüştü. Büyük
Birader’in gözü, kendi karanlığını yeryüzüne yayan Yüzüklerin Efendisi’ndeki
Sahurandan başkası değildi....
“Bugün Artık Herşey
Bitti; Bütün Kötülükler ve Bütün İyilikler”
Ütopik geleneğin,
Sovyet deneyiminin 1990’ların başlarında çökmesiyle birlikte, aldığı ciddi
darbe, bazı işbilirlerin ‘Tarihin Sonu’ tezleriyle ortaya çıkmasına yol
açtı. Aslında Fukuyama’nın böylesi bir tezle gündeme gelmesi oldukça manidar.
Keza, Hegel ve Marks’ın tarihsellikle örülü diyalektikleri de benzer bir sonu
öngörüyordu. Tarih, sonsuz özgürlük ve eşitliğin sağlanmasıyla gelişimini
tamamlayacaktı. Dolayısıyla Fukuyama’nın yaptığı absürd olmakla birlikte,
benzer bir ütopik tasarıyı müjdelemekten başka birşey değildi. Öyle ya da
böyle, o da tarihin sonunu öngörüyordu. Ancak pratik süreç Fukuyama’nın
öngörüsünü yerle bir etmekde çok gecikmedi. Yeni Dünya Düzeni , iki dünyalı
sunni dengeyi aratacak derecede kaotik bir hal almıştı çünkü. Nietzsche’nin,
iki yüzyıl sonrasının tehlikeli nihilist dünyasını işaret etmesinin ardından
yüzyıl geçmeden, Baudrillard tek çareyi kusursuz nihilizmde buluyordu. Aslında
Nietche’nin ne kadar haklı öngörülere sahip olduğu buradan da
çıkarılabilinir......
Sonlandırılmış bir
yazı olmadığının farkındayım. Belki de son diye bir şey yoktur. Camus,
Baudrillard, Nietzsche, Hegel ve Fournier üzerinden, başka bir deyişle
modernite, gelenek, tarihsellik, doğa, çocukluk, özerk ve kategorik akıl,
başkaldırı ve kutsalla ilişki kavramlarından yola çıkarak geliştirmek
istiyorum bu yazıyı. Tekrar okumalarla birlikte yeni okumalar da yapmam
gerekecek. Bildiğim bir şey varsa, o da bunun epeyce bir zaman alacağı...Bütün
bunları kendime söylüyorum...
Biterken çalan
İbrahim Tatlısesten.“Bul getir”
“O azgın özgürlük
isteği, kölelik ülkesine götürmüştü Sade’ı” Albert Camus
“Bilgi bir düzen
kurdurur, ve yanıltır. Çünkü önerilen düzen her an yenidir ve her an yeni ve
sarsıcı bir değer biçilmesidir tüm yaşamımıza.” Eliot/
Dört Kuarted
Can Dündar’ın iki
binli yılların başlarında kaleme aldığı bir yazı vardı ütopyalara dair. Ne
yazdığını tam olarak anımsayamıyorum ama ilk tepkim ütopyaların bitmiş
olabileceği yönündeydi. Marksizmin öngördüğü sınıfsız toplumu ütopyanın bir
parçası olarak görmemem etkili olmuştu bu kanının bende oluşmasında. Sozyalizmi
canlı, yaşayan ve gerçekleşebilir olanın parçası olarak görmüş olmalıyım her
şeye rağmen. Artık bazı noktalar pürüzlü
de olsa, netleşen bir fikre sahibim.
Platon’un ideal
devleti bilinen ilk ütopyaya ya kaynaklık ediyor. Uzun süre ideal devlete
ulaşma özlemi ile şekillenmiş bu türden toplumsal tahayüller. Son okuduğum
Bacon’un Yeni Anlantis’i de böylesi bir arayışı ele alıyor. Bilginlerin ve
filozofların yönettiği, herşeyin kusursuz bir akıldan, eğer böyle birşey
mümkünse, çıkan yasalarca yürütüldüğü ideal bir mutluluk tarifi bu. Tabii bu
türden tarifler artık aşılmış durumda. Tarihsel süreçte insan düşüncesinin
gelişimi, bugünün evrensel ölçütlerini ortaya çıkarmış. Dikkatimi çeken en
önemli noktalardan biri ise, ilk ütopyalar dahil olmak üzere bu türden
kurgularda, ekonomik ilişkilerin merkezi bir yapı tarafından düzenleniyor
olması. Ta ki Marks’ın kendini sönümleyen sosyalizmine ve de anarşist ütopyaya
kadar. (Marksizm de ilk aşamada devleti sınıfsız topluma geçişte düzenleyici
bir ara dönem olarak görme eğilimindeydi. Sovyet deneyimiyle bu düşünce oldukca
aşındı. Günümüzde sol'un kendi varlığını ulus devlete dayandırmasıyla da trajik
bir hal aldı, özellikle de az gelişmiş ülkeler göz önüne alındığında. Bu
noktayı ileriki zamanlarda yeniden ele alacağım.)
Ütopyaya Karşı Kara
Ütopya
Zamyatin’in “Biz”i
ile birlikte karşı ütopya ya da kara ütopya diyebileceğimiz bir görme biçimi
edebi tür olarak, daha da önemlisi ütopyalara karşı ciddi bir eleştiri olarak
kendini ortaya koydu. Sonrasında Orwell’ın 1984’ü, kısmende (kısmen diyorum,
çünkü Sovyetik Devrimin yaptığı şeyi tersten yapmaya çalışarak, otoritesizliği
önererek, her türlü tarihselcilikten kendini arındırmayı öngörüyordu.) Le
Guin’in Mülksüzler’i merkezi otoriteye ve totaliter sitemlere sert eleştireler
yönelttiler. Kurmaca bir dünyanın baskıya ihtiyaç duyacağı temelinden hareket
ediyordu bu yapıtlar. Kurmaca olduğu için kontrol edilmesi gereken bir dünya
vardı ortada. İnsanları kendi başlarına bırakamazdınız, keza kurmaca yapınız
hemen çökebilirdi. Bu nedenlede merkezi yapının güçlendirilerek, toplumsal
hayatın her alanının kontrol edilmesi zorunluluk arz ediyordu. Pratikte
yaşananlar da bunların tezahürüydü. Ütopik pratikler, kendi öz devinimiyle
hareket eden ‘Orta Dünya’yı tehtid eden Orglara dönüşmüştü. Büyük
Birader’in gözü, kendi karanlığını yeryüzüne yayan Yüzüklerin Efendisi’ndeki
Sahurandan başkası değildi....
“Bugün Artık Herşey
Bitti; Bütün Kötülükler ve Bütün İyilikler”
Ütopik geleneğin,
Sovyet deneyiminin 1990’ların başlarında çökmesiyle birlikte, aldığı ciddi
darbe, bazı işbilirlerin ‘Tarihin Sonu’ tezleriyle ortaya çıkmasına yol
açtı. Aslında Fukuyama’nın böylesi bir tezle gündeme gelmesi oldukça manidar.
Keza, Hegel ve Marks’ın tarihsellikle örülü diyalektikleri de benzer bir sonu
öngörüyordu. Tarih, sonsuz özgürlük ve eşitliğin sağlanmasıyla gelişimini
tamamlayacaktı. Dolayısıyla Fukuyama’nın yaptığı absürd olmakla birlikte,
benzer bir ütopik tasarıyı müjdelemekten başka birşey değildi. Öyle ya da
böyle, o da tarihin sonunu öngörüyordu. Ancak pratik süreç Fukuyama’nın
öngörüsünü yerle bir etmekde çok gecikmedi. Yeni Dünya Düzeni , iki dünyalı
sunni dengeyi aratacak derecede kaotik bir hal almıştı çünkü. Nietzsche’nin,
iki yüzyıl sonrasının tehlikeli nihilist dünyasını işaret etmesinin ardından
yüzyıl geçmeden, Baudrillard tek çareyi kusursuz nihilizmde buluyordu. Aslında
Nietche’nin ne kadar haklı öngörülere sahip olduğu buradan da
çıkarılabilinir......
Sonlandırılmış bir
yazı olmadığının farkındayım. Belki de son diye bir şey yoktur. Camus,
Baudrillard, Nietzsche, Hegel ve Fournier üzerinden, başka bir deyişle
modernite, gelenek, tarihsellik, doğa, çocukluk, özerk ve kategorik akıl,
başkaldırı ve kutsalla ilişki kavramlarından yola çıkarak geliştirmek
istiyorum bu yazıyı. Tekrar okumalarla birlikte yeni okumalar da yapmam
gerekecek. Bildiğim bir şey varsa, o da bunun epeyce bir zaman alacağı...Bütün
bunları kendime söylüyorum...
Biterken çalan
İbrahim Tatlısesten.“Bul getir”
No comments:
Post a Comment