Babil
ve Birgün
Richard
Brautigan, Babili Düşlemek. 90’lı yılların
ortalarında almış olmalıyım. Diğer kitapları da elimde;
Armerika’da Alabalık Avı, Kürtaj falan… Amerika’da Alabalık Avı’nın arka kapağı birkaç iç sayfasıyla
birlikte yırtık bir şekilde yıllardır kitaplığımda öylece durur. Slash
yırtmıştı, suçüstü yapmıştım, ağzından çekip almıştım. Eskiden beri gittiğim yerin Babil olduğunu çok sonraları,
Baurtigan’ın kitabını okuyunca farkettim. Evet, gittiğim yerin adı Babildi.
Zamanımın
büyük çoğunluğu orada geçer. Ne zaman
gideceğim belli olmaz, daha doğrusu zamanını ben
belirlemem. Bir bakmışsınız Babil’deyim, tek
bildiğim bu. Babil’de olduğum zamanlar bir gülümseme
gelir, dudağımın kenarındaki kıvrıma
yerleşir; mutluyumdur. Bazen de
kendime çok kızarım. Bu kadar sık gitmenin iyi olmayacağını düşünürüm, yine de alıkoyamam
kendimi.
Çocukluğumda Babil, içerisinde
bulunduğum zaman ve belirsiz bir
gelecek ile sınırlıydı. Aydınlık kendini karanlığa bıraktığında bir köşeye sinip karşıdaki dağlara bakardım. Zifiri bir karanlık olurdu ve ben
çok korkardım. Bazen başımı kaldırıp yıldızlara
bakardım uzun uzun; içimi tanımlayamadığım bir iç sıkıntısı kaplardı, yatana kadar da
geçmezdi. O yüzden biraz iç burkucuydu benim Babil yolculuklarım o çağlarda. Düşleyebileceğim bir geçmiş oluşturamamıştım henüz.
Bazen
de Babil bana gelir. Daha çok ben giderim ama bazen de o gelir. Çok sık değil, nadiren. Onun bana
gelmesi daha sarsıcıdır. Geçenlerde gelmişti mesela, bayağı sarsılmıştım. Masada otururken, işaret parmağını bir kılıç gibi
kullanarak boşluğumla omurgam arasındaki
bir bölgeye sapladı. Yabancısı olduğum bir durum değildi. Eskiden de böyle yapardı. Çok meşgulsem bir daha saplardı,
üstelik adımı da söylerdi. Bazen once adımı sonrasında parmağını saplardı. Bazen de
tersi geçerli olurdu. Bu sefer adımı söylememişti. Dönüp baktım; Babil’di, bana gelmişti.